BİR MEDENİYETİN İZDÜŞÜMÜ HAMAL TAŞI (MOLA TAŞI)
BİR MEDENİYETİN İZDÜŞÜMÜ HAMAL TAŞI (MOLA TAŞI)

ÖNDER GÜZELARSLAN
info@aktuelgazete.com - 02126647132Arnold Toynbee “Medeniyet, bir durum değil bir hareket; bir liman değil, bir yolculuktur” diyerek medeniyeti yolculuk olarak tanımlar. Neye yolculuk hayatın içinde hayata yolculuk. Toplum biliminin konusuna giren medeniyet, bir toplumun bütün unsurlarını yani, maddi manevi varlıklarını, düşüncelerini, bilimini, sanatını, teknolojisini, canlı türlerini ve ürünlerini kapsayan çok geniş bir ifadedir.
Sosyal düzen, bilim, sanat ve değerler sisteminin ortak bir potada eridiği hayat felsefesi olarak karşımıza çıkan medeniyet, toplumların ortaya koyduğu ve yüzyıllar boyu süre gelmiş birikimleridir. Öyle kolayca oluşmuş bir şey değildir. Üzerine ilave edile edile, hamur gibi yoğrula yoğrula oluşur medeniyetler. Yeryüzünde bulunan bütün milletlerin kendi has geliştirdikleri medeniyetler vardır. Her milletin medeniyeti kendine özel ve güzeldir. Ancak bizim ecdadımız Osmanlı’nın medeniyet anlayışı sadece kendine has değil evrensel bir anlayış içeriyor. Batı anlayışının keçi çobanı diye aşağıladığı ecdadımızın kurduğu ve altı yüz yıl ayakta kalan Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu medeniyet bugün bile hala gıpta dolu şekilde anılıyor. Osmanlı Devleti’nin yeşerttiği medeniyetin izlerinin bir kısmı bugün hayatımızda olmasa da geçmişe çok anlamlı iz bırakmıştır. Birçoğunda naif inceliklerin olduğu zerafet içeren kültürel dokudan biri de “Hamal Taşı.” Mola taşı diye de ifade edilen bu taşlar vaktiyle daha ziyade yük taşıyan insanların sırtlarındaki yükü üzerine bırakarak dinlendikleri taş seki. Halk ağzında oturmak için evlerin önüne taş ve çamurdan yapılan set olarak bilinen seki bir yükselti anlamındadır aynı zamanda. Bu taş sekiler yani hamal taşları belirli sokak kenarlarında, yokuşlarda, şadırvan ve çeşme yakınlarında bulunur antik bir sütun parçası ya da yekpare mermer bloktan oluşurdu. Hamalların yorulduklarında yükünü üzerine koyup bir süre dinlendikleri hamal taşları Osmanlı’da çok büyük önem arz ediyordu.
Hamallık Osmanlı döneminde oldukça önemli iş kollarından bir tanesiydi. Gümrüklerden limanlara, şehir merkezlerindeki pazarlardan meyhane kapılarına kadar her yerde çalışan hamallar, Osmanlı ahilik teşkilatında kayıtlı büyük bir meslek grubuydu. Bu meslek grubu kendi içerisinde sırık hamalı, küfe hamalı, sedye hamalı gibi çeşitli kollara ayrılırdı. Şehre gelen kimi insanları sedye hamalları taşır, sırık hamalları bir hamalın kaldıramayacağı bir yükü sırık vasıtasıyla dört veya daha fazla hamalla kaldırır, küfe hamalları ise bir küfe yardımıyla pazarda sebze, meyve taşırdı. Şehrin birçok bölgesinde çalışan hamalların aynı zamanda kendilerine göre bir sigorta sistemleri var. Hamalların taşımalarından belirli bir ücret kesilir ve bu ücret hamalların esnaf sandığına aktarılırdı. Herhangi bir hamal hastalandığında, sakatlandığında işe gelemediğinde mağdur olmaz o gün çalışmış gibi bu sandıktan günlük yevmiyesini alırdı.
Osmanlı medeniyeti içerisinde yer alan, yabancıları dahi etkileyen bu hamal taşı için Avrupalı seyyahlar inanılması güç akla gelmeyecek bir kültür yapısı diye bahsederler. En az sadaka taşları kadar hayranlık uyandıran hamal taşları Osmanlının insanlık noktasında geldiği konumu ve tırmandığı zirveyi gösteriyor. O kadar ilginçtir ki, sırtındaki yük dolu küfe ile bir çeşmenin önünden geçerken su içmek için yere eğilip küfeyi bıraktığında beli incinmesin diye yükseklikleri ortalama 130 ile 150 santim arasında değişen ve çeşme kenarlarında bulunan bu taşlar da tıpkı sadaka taşları gibi yanlarından geçen insanları şoke ediyor. Bugün hamal taşı düşüncesi akla belki gelmeyecek bir incelik. Böyle bir zarif düşünce elbette üç kıtaya hükmeden attığı her adımda Allah rızasını gözeten, dünyaya insanlık örneği koyan bir milletten gelebilirdi. Hiçbir insanı haksız yere mağdur etmeyen, hakkı ve adaleti Nizam-ı Aleme yaymaya çalışan bir devletin fertlerinin ortaya koyduğu medeniyetin bir parçası olan hamal taşı bir diğer ifade ile mola taşı estetiğin zirvesi adeta.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün dünya insanlığının hafızasına hediye ettiği bu taşlar, sadece yük taşıyan insanların hayatlarını kolaylaştırmak için değil bir insanlık dersi de veriyor bütün dünyaya. Bu denli bir düşünce ve zariflik ancak “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mantığı güden bir toplum anlayışından ortaya çıkabilir. İnsan merkezli hayat felsefesinin bir eseri olarak ortaya çıkan hamal taşları ve diğerlerini kapitalist zihniyetle sömürmeyi, bitirmeyi, tüketmeyi, kendinden başkasına hayat hakkı tanımamayı meziyet sayan materyalist Avrupa zihniyetinde göremeyiz. Bugün bize dayatılmaya çalışılan seküler hayat ve materyalist düşünceden uzak durup ecdadımızın insanı yaşatma felsefesine yeniden kucak açmamız gerekiyor. Cenap Şahabettin şu sözüyle bunu bize bir kez daha hatırlatıyor ve diyor ki; “Bir milletin miyar-ı medeniyeti, erbab-ı irfanına derece-i hürmettir.” Bir milletin medeniyet ölçüsü irfan ehline verdiği değer ve hürmettir. Yeniden insana değer verilen ve insanı yaşatan bir döneme girmemiz gerekiyor daha çok vakit kaybetmeden.
Yazımı hamal taşına dair bir hikâye ile noktalıyorum. Yıllar önce hamalın biri Cağaloğlu yokuşundan yüz kiloluk yükle çıkarken bir gazeteci, hikâye yazarı Oktay Akbal, onu takip eder ve yükünü hamal taşına bırakarak soluklanıp az biraz dinlendiği sırada yanına yaklaşır ve "Bu kadar yükü nasıl taşıyorsunuz? diye sorar. Hamal soruyu soranın okumuş yazmış bir kültürlü insan olduğunu fark eder ve önce "Sizin yükünüz bizimkinden ağır. Çünkü siz dünyayı zihninizde ve yüreğinizde taşıyorsunuz efendi!" der. Sonra Akbal'ın ısrarı üzerine onun sorusunu da cevaplar ve “İçim düzgün olursa yüz kiloluk yük bana vız gelir.” der! Çok düşündürücü ve bilgece bir cevap.